Tevhîd lügatte “bir şeyi birledi” anlamına gelen و ّ حد يوحِّد fiilinin mastarıdır. Bir şeyi birlemek ise ancak, red ve kabul ile yani, bir hükmü birlenenden başkasından reddedip ve o hükmü sadece onun için kabul etmekle gerçekleşir. Mesela biz bir kimsenin Lâ ilâhe illallah’a şehâdet etmedikçe tevhîd inancının tamamlanmayacağını söyleriz. Çünkü Lâ ilâhe illallah’a şehâdet eden kişi, Allah azze ve celle’den başkası hakkında ulûhiyyeti reddeder ve onu sadece Allah hakkında kabul eder. Çünkü beraberinde kabul olmayan bir red, mutlak bir inkardır. Yine beraberinde red olmayan bir kabul de, başkasının ortaklığına mani değildir. Mesela “Filan kişi ayaktadır.” dediğin zaman, o kişinin ayakta olduğunu kabul etmiş fakat bu hususta onu birlememiş olursun. Çünkü böyle bir ifade tarzında ayakta olma fiiline başkalarının ona ortak olduğunun anlaşılması mümkündür. Eğer “Ayakta kimse yoktur.” Dersen bu da mutlak bir redde bulunmuş ve ayakta olmayı hiç kimse hakkında kabul etmemiş olursun. “Zeyd’den başka hiç kimse ayakta değildir.” dediğinde ise, sadece Zeyd’in ayakta olduğunu, başkalarının ayakta olmadığını söylemiş olursun. Gerçekte birleme ancak bu şekilde gerçekleşir. Yani tevhîd/birleme, nefiy ve ispatı/red ve kabulü içermedikçe tevhîd olmaz.
Allah’ı tevhîdin/birlemenin bütün türlerleri şu tarifin içine girer: “Tevhîd, sadece kendisine ait olan şeylerde Allah’ı birlemektir.” İlim adamlarının zikrettiklerine göre tevhîdin üç türü vardır:
Birincisi: Rubûbiyyet tevhîdi.
İkincisi: Ulûhiyyet tevhîdi.
Üçüncüsü: İsim ve sıfatların tevhîdidir.
Onlar bu taksimi, araştırma, inceleme, ayetler ve hadîsler üzerinde düşünme sonucu öğrendiler. Tevhîdin bu üç türün dışına çıkmadığını gördüler. Neticede tevhîdi bu üç kısma ayırdılar:
Tevhîdin Birinci Türü: Rubûbiyyet Tevhîdi: Allah’ın yaratmada, mülkte ve yönetme ve idârede birlemektir. Bunun açıklaması şöyledir:
Birincisi: Allah’ın yaratmada birlenmesidir. Tek başına yaratıcı Allah teâlâ’dır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı mı var? O’ndan başka hak ilah yoktur.” (Fâtır: 3). “O halde, yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Nahl: 17). Evet, sadece Allah teâlâ yaratıcıdır. O her şeyi yaratmış ve bir ölçü ile var etmiştir. O’nun yaratması, kendi yaptığı şeylerden meydana gelenleri de, yarattıklarının yaptığı şeylerden meydana gelenleri de kapsar. Bundan dolayı, kulların fiillerinin yaratıcısının da Allah olduğuna îmân etmek kadere îmânı tamamlayan şeylerdendir. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah sizi ve yaptıklarınızı yarattı.” (Saffat: 96). Bunun anlamı şudur: Kulun fiili kendi sıfatlarındandır. Kul da, Allah tarafından yaratılmıştır. Bir şeyin yaratıcısı, o şeyin sıfatlarının da yaratıcısıdır. Buradan anlaşılan bir başka şey de şudur: Kulun fiili kesin bir irâde ve tam bir kudret ile hâsıl olur. İrâde ve kudret, bu ikisi Allah tarafından yaratılmışlardır. Sebebi yaratan sebep olunan şeyin de yaratıcısıdır. Şöyle bir soru sorulabilir: “Yaratanların en güzeli olan Allah yüceler yücesidir.” (Mu’minun: 14) âyetinin ve Peygamber صلى اللّٰه عليه وسلم ’in resim ve heykel yapanlar hakkında söylediği: “Onlara: Haydi yarattığınız şeylere can verin, denilecek.”(Buhari, Müslim) hadîsinin de delâlet ettiği gibi Allah’tan başka yaratıcılar da olabilmektedir. Yaratmada Allah’ı birlemekle bunu nasıl birleştirebiliriz?
Bu sorunun cevabı şudur: Allah’tan başkası Allah’ın yaratması gibi yaratamaz. Onların, ne bir şeyi yoktan var etmesi ne de ölüyü diriltmesi mümkün değildir. Allah’tan başkasının yaratması, ancak bir şeyi değiştirmek ve bir şeyin sıfatını başka bir sıfata dönüştürmek şeklinde olur ve O da Allah’ın mahlûkudur. Mesela ressam –veya heykeltıraş– bir şeyi tasvir ettiği zaman onu yaratmış değildir, nihâyet bir şeyin halini değiştirmiştir. Mesela çamuru kuş şekline veya deve şekline getirmiştir. Mesela beyaz bir kâğıdı renklendirerek renkli bir kâğıt haline dönüştürmüştür. Mürekkep Allah’ın yaratmasıdır, beyaz kâğıt Allah’ın yaratmasıdır. Yaratma filinin Allah’a nispet edilmesi ile mahlûka nispet edilmesi arasındaki fark budur. Buna göre, sadece kendisine ait yaratmada, Allah teâlâ tektir.
İkincisi: Allah’ın mülkte birlenmesidir. Şu âyetlerde de ifade edildiği gibi mülk/hükümranlık sahibi yalnızca Allah’tır. “Hükümranlığı elinde tutan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.” (Mülk: 1) “De ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir?” (Mü’minun: 88). Genel ve kapsayıcı anlamda mutlak mülkün sahibi sadece Allah’tır. Hükümranlığın Allah’tan başkasına nispeti göreceli bir nispettir. Allah teâlâ mülkü kendisinden başkasına da nispet etmiştir. Nitekim bir âyet-i kerîme’de şöyle buyurmaktadır: “Ancak eşleri ve ellerinin mâlik olduğu (cariyeleri) hariç” (Mu’minun: 6). Allah’tan başkasının da mülk sahibi olduğuna delâlet eden daha başka naslar da vardır. Fakat bu mülk Allah’ın mülkü gibi değildir. Bu eksik, kayıtlı ve şartlı bir mülkiyettir. Kapsamlı bir mülkiyet değildir. Mesela Zeyd’in evine Amr mâlik olamaz. Amr’ın evine de Zeyd mâlik olamaz. Sonra bu mülkiyet, kayıtlı ve sınırlı bir mülkiyettir. Şöyle ki, insan mâlik olduğu şeylerde ancak Allah’ın izin verdiği şekilde tasarruf edebilir. Bu sebepledir ki Peygamber صلى اللّٰه عليه وسلم malın zayi edilmesini yasaklamıştır. Allah teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere (reşit olmayanlara) vermeyin.” (Nisâ: 5). Bu, insanın mülkiyetinin eksik ve sınırlı bir mülkiyet olduğunun delîlidir. Allah’ın mülkiyeti/hükümranlığı böyle değildir. Onun hükümranlığı genel, kapsamlı ve mutlak bir hükümranlıktır. Allah subhânehu ve teâlâ dilediğini yapar. O yaptıklarından sorguya çekilemez. Hâlbuki başkaları sorguya çekilirler.
Üçüncüsü: Yönetme ve idâredir. Yegâne müdebbir Allah’tır. Yarattıklarını idâre eden O’dur, gökleri ve yeri O çekip çevirir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (A’râf: 54). Bu yönetim kapsamlı bir yönetimdir. Hiçbir onun dışında kalmaz ve hiçbir şey ona karşı koyamaz. İnsanın malını, çocuklarını ve hizmetçilerini yönetmesi gibi bazı yaratılmışların yönetimi ise, dar ve sınırlı bir yönetimdir. Mutlak olmayan mukayyet bir yönetimdir. Böylece bizim rubûbiyyet tevhîdi için söylediğimiz “Allah’ın yaratmada, mülkte/hükümranlıkta ve yönetmede birlemektir.” sözümüzün doğruluğu açıkça anlaşılmış oldu.
Tevhîdin İkinci Türü: Ulûhiyyet tevhîdidir. Bu, “Allah teâlâ’yı ibâdetlerle birlemektir.” Böylece insan, Allah’a ibâdette bulunduğu ve O’na yaklaşmaya çalıştığı gibi Allah’ın yanı sıra bir başkasına ibâdette bulunmaya ve yaklaşmaya çalışmaya kalkışmaz. İşte Peygamberimiz صلى اللّٰه عليه وسلم ’in kendileriyle savaştığı, canlarını, mallarını topraklarını ve diyarlarını mubah kıldığı, kadınlarını ve çocuklarını esir aldığı müşriklerin saptıkları tevhîd türü bu tevhîdtir. Peygamberler bu tevhîdi gerçekleştirmek için gönderilmiş, kitaplar, diğer iki tevhîdle birlikte –rubûbiyyet ile isim ve sıfatlar tevhîdi ile birlikte– onun için indirilmiştir. Fakat peygamberler kavimlerini Allah’tan başkasına ibâdet etmesinler diye çoğunlukla bu tevhîd üzere düzeltmeye çalışmışlardır. Ne Allah’a yakın bir meleğe, ne de rasûl bir nebîye, ne sâlih bir velîye ne de bunlar dışında herhangi bir yaratılmışa ibâdet etmesinler diye uğraş vermişlerdir. Çünkü ibâdet, sadece Allah’a yapılabilir. Bu tevhîdi ihlal eden kimse, rubûbiyyet tevhîdi ile isim ve sıfatlar tevhîdini ikrâr etse bile müşrik ve kâfirdir. Bir kimse Allah subhânehu ve teâlâ’nın yaratıcı, mâlik ve bütün işlerin yöneticisi olduğuna ve layık olduğu bütün isimlere ve sıfatlara müstahak olduğuna îmân etse fakat Allah ile birlikte başkasına da ibâdet etse, rubûbiyyet tevhîdini, isim ve sıfatlar tevhîdini ikrâr etmesinin ona hiçbir yararı olmaz. Farzedelim bir adam rubûbiyyet tevhîdini, isim ve sıfatlar tevhîdini tam olarak ikrâr ediyor, fakat bir kabre gidip o kabrin sahibine ibâdet ediyor/ona yalvarıp yakarıyor veya yakınlığını kazanmak için bir kurban adıyor, işte bu adam müşriktir, ebedî cehennemde kalacak bir kâfirdir. Allah tebâreke ve teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için hiçbir yardımcı yoktur” (Mâide: 72). Allah’ın Kitâbı’nı okuyan herkes bilir ki, Peygamber صلى اللّٰه عليه وسلم ’in kendileriyle savaştığı, canlarını, mallarını mubah saydığı, kadınlarını, çocukların esir aldığı ve arazilerini ganimet yaptığı müşrikler, Allah’ın yegâne yaratıcı rab olduğunu ikrâr ediyor ve bu konuda şüphe etmiyorlardı. Fakat O’nunla birlikte başkasına da ibâdet ve dua ediyorlardı. İşte onlar bu yüzden canları ve malları mubah olan müşrikler oldular.
Tevhîdin Üçüncü Türü: İsim ve sıfatların tevhîdidir. Bu, “Allah teâlâ’nın, Kitâb’ında ve Peygamberi صلى اللّٰه عليه وسلم ’in diliyle kendisini isimlendirdiği isimlerde ve vasfettiği sıfatlarda O’nu birlemektir. Bu tevhîd ancak, O’nun belirttiği isim ve sıfatları tahrîf ve ta’tîl etmeden, tekyîf ve temsîle tabi tutmadan kabul etmekle gerçekleşir.
----
• Ta’tîl: Allah’ın sıfatlarını kabul etmemek yahut bazılarını kabul edip bazılarını
kabul etmemektir.
• Tahrîf: Nasları lâfzen veya mana itibarıyla değişikliğe uğratmaktır. Manada tahrîf,
lafzı zâhir (:açık) anlamından uzaklaştırıp, delâlet etmediği bir manaya çekmektir.
Her tahrîf aynı zamanda bir ta’tîl’dir, fakat her ta’tîl bir tahrîf değildir.
• Tekyîf: Keyfiyyet tayininde bulunmak, nasıllığını açıklamaktır.
• Temsîl: Bir şeyi her yönden başka bir şeye benzetmektir.
------
” Allah teâlâ’nın kendisini isimlendirdiği isimlerine ve vasıflandırdığı sıfatlarına mecaz olarak değil hakiki manalarıyla, fakat tekyîf ve temsîl yapmaksızın îmân etmek gerekir. Bu ümmetten, İslâm’a müntesip, ehl-i kıble’den bazı topluluklar tevhîdin bu türünden sapmışlardır. Bunlar da çeşitli kısımlara ayrılırlar: Kimisi nefiy ve tenzihte İslâm’dan çıkacak ölçüde aşırılığa gitmişlerdir, kimisi ortadadır, kimisi de Ehl-i Sünnet’e yakındır. Selef-i sâlihîn’in tevhîdin bu türünde izlediği yol; Allah’ı, O’nun kendini isimlendirdiği ve vasıflandırdığı isim ve sıfatlarla; tahrîf, ta’tîl, tekyîf ve temsîlde bulunmaksızın hakiki manalarıyla isimlendirmek ve vasıflandırmaktır. Mesela Allah subhânehu ve teâlâ kendisini Hayy ve Kayyûm olarak isimlendirmiştir. O halde bizim de, Hayy isminin Allah’ın isimlerinden bir isim olduğuna ve bu ismin içerdiği sıfata îmân etmemiz gerekir. Bu ismin delâlet ettiği sıfat, öncesinde yokluk bulunmayan ve sonrasında da asla yok olmayacak kâmil hayat’tır. Yine Allah teâlâ kendisini Semî’ olarak isimlendirmiştir. O halde bizim de Semî’in O’nun bir ismi olduğuna ve bu ismin delâlet ettiği işitmek sıfatının O’nun bir sıfatı olduğuna, bu ismin ve sıfatın iktizası olan hükme yani O’nun işittiğine îmân etmemiz gerekir. Çünkü işitmesi olmayan bir işitenin veya işitileni idrak etmeksizin bir işitmenin olması imkânsızdır. Diğerlerini de buna kıyas edebilirsin.
Başka bir örnek: Allah teâlâ şöyle buyurdu: “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilakis, Allah’ın iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.” (Mâide: 64). Allah teâlâ bu âyette “Bilakis, Allah’ın iki eli de açıktır.” buyurdu. Böylelikle kendisini, iki eli olmakla nitelendirdi ki o iki el de açık olmakla nitelenmiştir. O ihsânı geniş olandır. O halde bizim de Allah teâlâ’nın iyilik ve nimetleri bol bol veren iki elinin olduğuna îmân etmemiz gerekir. Fakat bu iki elin nasıl olduğunu kalplerimizle tasavvur etmemek, dillerimizle böyle bir şeyi söylememek ve onları yaratılmışların ellerine benzetmemek üzerimize vâcibtir. Çünkü Allah subhânehu ve teâlâ şöyle buyurur: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur; O işitendir ve görendir.” (Şura: 11). “De ki: "Rabbim, sadece fuhşiyyatı, onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere isyanı, haklarında hiç bir delîl indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklamıştır.” (A’râf: 33). “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra: 36). Bu iki eli yaratılmışların ellerine benzetenler Allah’ın şu sözünü yalanlamış olurlar: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura: 11). Allah’ın şu emrine karşı gelmiş olurlar: “Allah’a birtakım benzerler icat etmeyin.” (Nahl: 74). Bu ellerin nasıl olduğunu araştıran veya onlar, şöyledir diyen ne söylerse söylesin Allah’a karşı bilmeden konuşmuş ve bilmediği şeyin ardına düşmüş olur.
Sıfatlar konusunda ikinci bir örnek verelim: Allah’ın arş’ına istivâ etmesi. Şüphesiz ki Allah teâlâ Kitâb’ının yedi yerinde arş’a istivâ ettiğini ifade etmektedir. Bunların hepsi ( استوى ) “istivâ” lafzıyla ve ( على العرش ) “Arş’ın üzerine” lafzıyla geçmektedir. Arapça bir lügate baktığımız zaman “istivâ” fiilinin “ala” ile mef’ul olduğu zaman sadece yükselmek ve üzerine çıkmak anlamına geldiğini görürüz. O halde “Rahman arş’a istivâ etti.” (Tâhâ: 5) âyetinin ve benzeri âyetlerin anlamı “Allah’ın arş’ının üzerine uluvvu/çıkması” demektir. Bu uluvv husûsî bir uluvvdur ve Allah’ın zâtî sıfatı olan bütün kâinatın en yükseğinde olması anlamında umumî uluvvdan farklıdır. Bu uluvv Allah hakkında hakikî anlamıyla sâbittir. O kendine yaraşır bir uluvv ile arş’ının üzerine çıkmıştır. O’nun arşı’na uluvvu insanın koltuğa uluvvu veya binek hayvanlarının üstüne ya da şu âyetinde sözünü ettiği gemiye uluvvuna benzemez: “Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti ki, sırtlarına istivâ edesiniz. Sonra üzerine istivâ ettiğinizde, Rabbinizin nimetini anarak: Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz, diyesiniz.” (Zuhruf: 12–14). Yaratılmışların herhangi bir şeyin üzerine istivâ etmesinin Allah’ın arş’ına istivâ etmesine benzemesi mümkün değildir. Çünkü Allah’ın hiçbir benzeri yoktur.
“Arşa istivâ etti” cümlesinin “arşı istila etti/ona egemen oldu” anlamına geldiğini söyleyen kimseler büyük hata etmişlerdir. Çünkü bu, kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrîf etmektir. Sahabîlerin ve onlara en güzel şekilde tâbi olanların icmaına aykırıdır. Geçersiz gerekçelere sarılmaktır. Bir mü’minin Allah’a nispetle bunu ifade etmesi mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm şeksiz şüphesiz Arap dili ile inmiştir. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’ân kıldık.” (Zuhruf: 3). Arap dilinde ( استوى على كذا ) (şunun üzerine istivâ etti) cümle kalıbının gerektirdiği mana, uluvv ve istikrârdır. Bu cümlenin lafza mutabık anlamı budur. O halde “arşa istivâ etti” cümlesinin anlamı kendi yüceliğine ve büyüklüğüne layık, özel bir şekilde arşın üzerine çıktı demektir. İstivâ kelimesi istila olarak tefsîr edildiği zaman anlamından koparılmış olur. Çünkü bu Kur’ân dilinin delâlet ettiği manayı ortadan kaldırıp bâtıl başka bir manayı getirmek demektir.
Sonra selef-i sâlihîn ve en güzel şekilde onların izinden gidenler bu anlam üzerinde icma etmiştirler. Onlardan bunun hilâfına tek bir harf bile gelmemiştir. Bu lafız Kur’ân’da ve Sünnet’te geçtiğine ve seleften de bunun zâhirî manasına aykırı bir tefsîri gelmediğine göre onların bu lafzı zâhirî manası üzere olduğu gibi bıraktıkları ve bu lafzın delâlet ettiği şeye îmân ettikleri esastır.
Bir kimse şöyle bir soru sorabilir: Selefin istivâ kelimesini uluvv yani yükselmek/yükseğe çıkmak diye tefsîr ettiğine dair açık bir ibare gelmiş midir?
Bu soruya karşılık deriz ki: Evet, bu, seleften gelmiştir. Diyelim ki seleften böyle bir açıklama gelmemiş olsun. Böyle bir durumda da Kur’ân-ı Kerim’de ve Sünnet-i Nebevî’deki bir lafzın, Arap dilinin gerektirdiği mana üzere kalması esastır. Bu durumda selefin lafza Arap dilinin gerektirdiği manayı vermiş olduğu anlaşılır. İstivâ kelimesini istila olarak tefsîr etmenin gerektirdiği bâtıl sonuçlar şunlardır:
Birincisi: Buna göre gökler ve yer yaratılmadan önce arş Allah’ın mülkü değildir. Çünkü Allah teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş’a istivâ eden… Allah’tır.” (A’râf: 54). Yüce Allah istivânın gökler ve yer yaratıldıktan sonra olduğunu haber veriyor. Buna göre ne gökler ve yer yaratılmadan önce ne de gökler ve yer yaratılırken Allah teâlâ arşı istila etmiş değildi.
İkincisi: Buna göre, Allah yeryüzüne istivâ etti dememiz de, Allah mahlûkatından herhangi bir şeyin üzerine istivâ etti dememiz de câiz olur. Bu ise, şeksiz şüphesiz Allah’a layık olmayan bâtıl bir manadır.
Üçüncüsü: Şüphesiz bu, kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrîf etmektir.
Dördüncüsü: Bu, selef-i sâlihîn’in icmaına aykırıdır.
Tevhîdin bu türünde –isim ve sıfatların tevhîdinde– sözün özü şudur: Allah teâlâ’nın kendisi için isbât ettiği ve Peygamberi صلى اللّٰه عليه وسلم ’in onun için isbât ettiği isim ve sıfatları tahrîf ve ta’tîl etmeksizin, tekyîf ve temsîle düşmeksizin hakîkî manaları üzere kabul etmemiz gerekir.
Şeyh Muhammed bin Salih el-Useymin
Soru ve Cevaplarla İslâm’ın Rukünleri Fetva no: 1