01 Ocak 2025 Çarşamba
01 رجب 1446 الأربعاء
İsim ve Sıfatlarda Eş’arî ve Maturidî Ekolü ve Selefin Mezhebi

SORU: Bazı İslâm ülkelerinde medrese öğrencileri Ehl-i Sünnet’in yolunu “Allah’ın isimlerine ve sıfatlarına tahrîf, ta’tîl, tekyîf ve temsîl olmaksızın îmân etmek” olarak öğreniyorlar. Ehl-i Sünnet mezhebini: 1- İbn Teymiye ve öğrencileri ekolü, 2- Eş’arî ve Maturidîler ekolü diye iki kısma ayırmak doğru bir taksîm olur mu? Te’vîlci âlimler karşısında bir Müslümanın konumu ne olmalıdır?

CEVAP: Şüphesiz medrese öğrencilerinin Ehl-i Sünnet yolunu “Allah’ın isimlerine ve sıfatlarına tahrîf, ta’tîl, tekyîf ve temsîl olmaksızın îmân etmek” olduğunu öğrenmeleri Ehl-i Sünnet mezhebine nispetle gerçeğe uygundur. Nitekim büyük ve özlü Ehl-i Sünnet kitapları da buna şahitlik eder. Bu, Kitap ve Sünnet’te gelen bilgilere ve selef-i sâlihîn’in görüşlerine de muvâfıktır. Sağlıklı bir incelemenin ve sarîh aklın gereği de budur. Soruda istenmediği için biz burada bu konudaki delîlleri sıralayacak değiliz. Biz sadece istenen şeye cevap vereceğiz. O da Ehl-i Sünnet mezhebinin iki ekolde iki guruba taksîm edilmesidir.

Birincisi: Nassların zâhirî manalarından başka manalarda kullanılmasına mani olan İbn Teymiyye ve öğrencilerinin ekolü.

İkincisi: Allah’ın isimleri ve sıfatları hakkındaki nasslara zâhirlerinin dışında başka manalar verilmesini kabul eden Eş’arî ve Maturîdîler ekolü.

Deriz ki: Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla ilgili şeyler konusundaki yöntemde bu iki ekol arasında açık bir ihtilâfın olduğu malumdur. Birinci ekolün öğreticileri, Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla ilgili nasların zâhiri manaları üzerinde bırakılmalarının vâcib olduğunu söylerler. Bununla beraber, Allah’ın başka varlıklara benzetilmesi veya isim ve sıfatlarının keyfiyetinin araştırılması gibi Allah hakkında yapılmaması gereken şeylerden uzak durulması gerektiğini vurgularlar. İkinci ekolün öğreticileri ise, Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla ilgili nassların zâhirlerinden başka manalara yorumlanmasının vâcib olduğunu söyler.

Bu iki yöntem birbirinden tamamen farklıdır. Bu farklılığı aşağıdaki örnekte açıkça görmek mümkündür: Allah teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bilakis, Allah’ın iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.” (Mâide: 64). Yine, Allah teâlâ Âdem’e secde etmesini emrettiği halde secde etmekten yüz çeviren İblis’i nasıl azarladığını anlatırken şöyle buyurmuştur: “Buyurdu ki: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir?” (Sad: 75). Bu iki ekolün öğreticileri Allah’ın kendi zâtı hakkında isbât ettiği “iki el”den murâd edilenin ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir.

Birinci ekole mensup olanlar; “Bu iki âyetin anlamlarının zâhirleri üzere bırakılması ve Allah’ın kendisine yaraşır hakiki iki elinin varlığının kabul edilmesi gerekir.” dediler.

İkinci ekole mensup olanlar ise, “Bu âyetlerin anlamlarının zâhirlerinden farklı olarak yorumlanması vâcibtir. Allah’ın hakiki manada iki eli olduğunu kabul etmek haramdır.” dediler. Sonra zâhirde “iki el”anlamına gelen “yedeyn” kelimesinin kuvvet anlamına mı yoksa nimet anlamına mı geldiğinde ihtilâf ettiler.

Bu misalle iki ekolün yöntemlerinin farklı ve değişik olduğu ve bu farklılıktan sonra bunların tek bir vasıfta yani “Ehl-i Sünnet” vasfında birleşmelerinin mümkün olmadığı açıklığa kavuşmuş bulunmaktadır.

O halde Ehl-i Sünnet vasfını bunlardan sadece birisi için kullanmamız gerekir. Bunların arasında adâletle hükmedelim ve her ikisini de adâlet terazisinde tartalım. Bu adâletli terazi, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü صلى اللّٰه عليه وسلم ’in Sünneti, sahâbenin, tâbiînin ve onların izinden giden selef-i sâlihîn imamlarının sözleridir. Bu terazide, delâlet, mutabakat, tezammun veya iltizam yollarından herhangi bir yolla, açıkça veya işaretleikinci ekolün görüşüne delâlet eden hiçbir şey yoktur. Aksine bu terazide açıkça veya zâhiren veya işaret olarak birinci ekolün görüşüne delâlet eden şeyler vardır. Buna göre Ehl-i Sünnet vasfının sadece bu ekol mensuplarına ait olduğu, ikinci ekolün mensuplarının bu vasıflandırmada onlara ortak olamayacağı ortaya çıkmış olmaktadır. Onlara ortak olduklarına hükmetmek bir adâletsizlik ve iki zıddı birleştirmeye çalışmak olur. Adâletsizlik ise, şer’an yasak, iki zıddı bir araya getirmek aklen imkânsızdır.

İkinci ekole mensup olanların yani te’vîlcilere göre, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını şer‘î bir nassa aykırı olmamak şartıyla te’vîl etmeye bir engel yoktur.

Deriz ki: Lafzı şer‘î bir delîl olmaksızın zâhirinden ayırmak da tek başına delîle aykırıdır ve Allah’a karşı bilgisizce söz söylemektir. Allah teâlâ bunu şu âyetleriyle haram kılmıştır: “De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere saldırmayı, hakkında hiçbir delîl indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (A’râf: 33). “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ: 36). Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını te’vîl eden bu te’vîlcilerin yaptıkları te’vîlle ilgili ellerinde ne nakle dayanan bir bilgi, ne de akla uygun bir inceleme ve görüş vardır. Bu konuda sadece bir takım şüphelere dayanırlar. Dayandıkları bu şüpheler de birbiriyle çelişkilidir ve Allah’ın zâtını, sıfatlarını ve vahyini eksiklikle nitelendirmeyi zorunlu kılar. Bu; onların, nassların zâhirlerinin kabulünde ortaya çıktığını iddia ettikleri eksiklikten çok daha büyüktür. Burası bu konunun ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı yer değildir.

Ancak maksat, yöntemleri ve anlayışları birbirinden tamamen farklı iki gurubun ikisini birlikte Ehl-i Sünnet vasfıyla vasıflandırmanın mümkün olmadığını beyân etmektir. Bu vasfa, sadece görüşü Sünnet’e uygun olan gurup layıktır. Her iki ekolün yöntemlerini ilim ve insaf ölçüleri içinde inceleyen kimselere göre şüphesiz, sözü edilen vasfa hak sahibi olan te’vîlci ikinci ekol değil, te’vîlci olmayan birinci ekoldür. Sonuç olarak, Ehl-i Sünnet’i iki guruba ayırmak doğru değildir. Bilakis onlar tek bir gurupturlar.

Bu konuda onların, İbnu’l-Cevzî’nin görüşünü delîl getirmelerine gelince, deriz ki: İlim ehlinin sözleri, kendileri ile delîl getirilen şeyler değil, kendileri lehine delîl getirilen şeylerdir. İlim ehlinden birinin sözü başkalarının aleyhine delîl olamaz.

İmam Ahmed’in “Âdemoğullarının kalpleri Rahman’ın parmaklarından iki parmağı arasındadır.” hadîsi ile “Haceru’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ elidir.” hadîsini ve “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4) âyetini te’vîl ettiğine dâir sözlerine gelince; deriz ki: İmam Ahmed rahimehullah’ın sözü edilen iki hadîsi te’vîl ettiği doğru değildir. Şeyhulislâm İbn Teymiyye rahimehullah, İbn Kasım tarafından bir araya getirilen Fetvaları’nda (c.5, s.398) şöyle der: “Ebu Hamid el-Ğazalî’nin rivâyet ettiği Ahmed b. Hanbel sadece üç hadîsi te’vîl etmiştir, bunlar: “Haceru’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ elidir” hadîsi, “Âdemoğullarının kalpleri Rahman’ın parmaklarından iki parmağı arasındadır” hadîsi ve “Ben Rahman’ın nefsinin Yemen taraflarında olduğunu” düşünüyorum” hadîsidir, iddiası Ahmed b. Hanbel aleyhinde uydurulmuş yalan bir rivâyettir. Ahmed’ten senediyle birlikte böyle bir şey rivâyet edilmemiştir. Hiçbir sahâbeden de böyle bir şeyin nakledildiği de bilinmemektedir.”

“Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir” âyetine gelince İmam Ahmed bu âyeti de te’vîl etmemiştir. O bu âyeti sadece lâzimî/zorunlu manalarıyla tefsîr etmiştir. Bu da âyeti murâd edilen manaya aykırı bir şekilde tefsîr eden Cehmiyye’yi reddetmek için ilim olarak tefsîr etmekten ibarettir. Çünkü Cehmiye bu âyetin, Allah’ın her yerde zatıyla bulunması manasını gerektirdiğini iddia ettiler. Allah teâlâ onların sözlerinden yücedir, beridir. İmam Ahmed rahimehullah buradaki beraberliğin, içinde onları bilmek anlamının da bulunduğu yaratıkları ihata etmek anlamına geldiğini beyân etti. Çünkü beraberlik, hulul ve ihtilatı/iç içe geçme ve birbirine karışmayı gerektirmez. Her bir duruma göre farklı manaya gelir. Bunun için mesela: Bana beraberinde su olan süt içirildi, denilir; cemaatle beraber namaz kıldım denilir; filan kişi eşiyle beraberdir, denilir.

Birinci örnekte su ile sütün beraberliği birbirlerine karışmayı gerektirir. İkinci örnekte beraberlik, birbirleriyle karışmaksızın aynı mekânı paylaşmayı gerektirir. Üçüncü örnekte ise eşlik etmeyi birlikte bulunmayı gerektirir. Beraberliğin kendisine izâfe edilen şeye göre farklı manalara geldiği açıklığa kavuşunca Allah teâlâ’nın yarattıklarıyla olan beraberliğinin de yarattıkların birbirleriyle olan beraberliklerinden farklı olduğu anlaşılmış olur. Allah’ın kullarıyla beraberliğinin iç içe girme ve karışmak veya aynı mekânda birlikte bulunmak anlamlarını gerektirmesi mümkün değildir. Çünkü yarattıklarından farklı ve yüce olduğu için Allah hakkında bu imkânsızdır. Mana da buna göre olur. O, göklerin üzerindeki arş’ın üstündedir. Çünkü O, ilim, güç, kuvvet, işitme, görme, idare etme ve rubûbiyyetinin gerektirdiği diğer yönlerden bizi kuşatmıştır. Bir müfessir âyetteki beraberliği ilim diye tefsîr ettiği zaman onun gerektirdiği manaların dışına çıkmış olmaz ve sadece, bu kelimeden her ne olursa olsun bir mekânda birlikte bulunmayı veya iç içe geçmeyi ve birbirine karışmayı anlayan kimselere göre te’vîl etmiş olur. Beraberlik kelimesinden her zaman bu anlamın çıkmadığı yukarıda açıklığa kavuşmuştu.

Bu üç nassın te’vîli konusunda İmam Ahmed’ten nakledilen şey açısından durum budur.

Nasların bu halleriyle incelenmesine gelince, bir müfessir sözü edilen âyeti ilim olarak tefsîr ettiği zaman herhangi bir te’vîlin yapılmış sayılmayacağı biraz önce ifade edildi.

“Âdemoğullarının kalpleri Rahman’ın parmaklarından iki parmağı arasındaki bir kalp gibidir, onu dilediği gibi evirir çevirir.” hadîsine gelince, bu hadîsi Müslim Sahîhi’nde Kitabu’l-Kader, üçüncü bab, no 17, s.20452’de rivâyet etmiştir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat bu hadîsi te’vîl etmemiştir. Çünkü onlar hadîsin delâlet etmesi sebebiyle Allah teâlâ’nın şanına layık parmaklarının olduğuna îmân ederler. Kalplerimizin iki parmak arasında olması kalbe dokunmasını gerektirmez. Mesela bulutlar yer ve gök arasında emre hazır beklemektedir fakat yere ve göğe dokunmamaktadır. Âdemoğullarının kalpleri de Rahman’ın parmaklarından iki parmağın arasındadır, karşılıklı dokunmayı gerektirmez.

“Haceru’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ elidir” hadîsine gelince Şeyhulislâm İbn Teymiyye, İbn Kasım tarafından bir araya getirilen Fetvaları’nda (c.6, s.397) şöyle dedi: “Bu hadîs, Nebî صلى اللّٰه عليه وسلم ’den sabit olmayan bir isnatla rivâyet edilmiştir. İbn Abbas’tan rivâyet edildiği meşhurdur. Şöyle demiştir: “Haceru’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ elidir. Kim onunla musâfaha eder ve öperse, sanki Allah ile musâfaha etmiş ve Onun sağ elini öpmüş gibi olur.” sözü edilen Fetvaların 3. cildin, 44. sahifesinde şöyle denildi: “Bu ifadeler, Haceru’l-Esved’in Allah’ın sıfatı ve bizzat sağ eli olmadığını açıkça gösterir. Çünkü “Yeryüzünde Allah’ın sağ elidir.” dedi. “Yeryüzünde” kaydını koydu, mutlak ifade etmedi. Mutlak ifade etseydi sadece “Allah’ın sağ eli” derdi. Mukayyet lafzın hükmü mutlak lafza aykırı olur.” “Kim onunla musâfaha eder ve öperse, sanki Allah ile musâfaha etmiş ve Onun sağ elini öpmüş gibi olur” dedi. Malumdur ki benzeyen ile benzetilen aynı şey değildir.” Şeyhulislâm İbn Teymiye’nin sözleri burada sona erdi.

Ben derim ki: Buna göre hadîste sözü edilen Haceru’l-Esved, Allah’ın zâhirine aykırı olarak te’vîl edilen sıfatlarından biri değildir. Çünkü bu konuda zaten bir te’vîl yoktur.

Onların: Ortada iki ekol vardır, bunlardan biri İbn Teymiyye ekolüdür, sözü ve bu ekolün İbn Teymiyye’ye nispet edilmesi, bu ekolün öncesinin olmadığı kuruntusuna dayanır. Bu yanlıştır. Çünkü İbn Teymiyye’nin yolu, -ondan önceki- selefin ve müçtehit imamların yoludur. Onun değerini düşürmek isteyen kişinin zannettiği gibi bu ekol İbn Teymiyye’nin sonradan ihdas ettiği bir ekol değildir. Yardım Allah’tan istenir.

Te’vîlci âlimler karşısında bizim konumumuza gelince, deriz ki: Onlardan iyi niyetli, dînde samimi ve sünnete tabi oldukları bilinenler te’vîllerinden dolayı mazurdurlar. Fakat onların bu konuda mazur olmaları, naslara zâhirlerine göre anlayan ve bu zâhirin delâlet ettiği manaya tekyîf ve temsil yapmaksızın îmân eden selef-i sâlihîn’in yoluna aykırı olan yollarının yanlışlığının ortaya konulmasına engel değildir. Çünkü söz ile o sözü söyleyen ve fiil ile o fiili işleyen hakkındaki hükmü ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. İyi niyetle ve içtihada dayanarak söylendiği zaman hatalı sözün sahibi kötülenmez. Bilakis içtihadından dolayı kendisine bir sevap verilir. Çünkü Peygamber صلى اللّٰه عليه وسلم şöyle buyurmuştur: “Hâkim hükmettiği zaman içtihat eder sonra isabet ederse kendisine iki sevap vardır. Hükmettiği zaman içtihat eder, sonra hata ederse kendisi için bir ecir vardır.” Bu hadîs Buhârî ve Müslim tarafından birlikte rivâyet edilmiştir. Onun dalâletle/sapıklıkla vasıflandırılmasına gelince eğer bundan sahibinin kötülendiği ve nefret edildiği mutlak dalâlet/sapıklık kast ediliyorsa, iyi niyetli, dînde samimi ve Sünnet’e bağlı olduğu bilinen böyle bir müçtehide bu tür bir ithamda bulunmak câiz değildir. Sahibini kötüleme izlenimini uyandırmaksızın görüşü doğrudan sapmıştır anlamı kast edildiği zaman bunda bir sakınca yoktur. Çünkü böylesi bir sapma vâsıta yönünden doğru olduğu için mutlak dalâlet/sapıklık değildir. Çünkü doğruya ulaşmak için bütün gayretini ortaya koymuş fakat sonuç itibarıyla hakka aykırı olduğu için ulaştığı görüş haktan sapmadır.

Bu açıklamayla birlikte sorun ve korku ortadan kalkmıştır. Yardım Allah’tandır.

Şeyh Muhammed bin Salih el-Useymin
Soru ve Cevaplarla İslâm’ın Rukünleri Fetva no: 29

Kategoriler
Dersler
Vahiy Mescidi
  • /ANKARA
Sitemizde yer alan içeriklerin kaynak gösterilerek paylaşılmasında mahzur yoktur.
vahiymescidi.com © 2025